30 Mayıs 2008 Cuma

Patch Adams [1998]

Bir gülümsemenin insanlığı nasıl değiştirebileceği üzerine bir film. Ölümden korkmak yerine, onu kabul edip, onun gerçekliğiyle yaşamamız gerektiğini söyleyen film.
(-finishim, 07.09.2004 10:36)
Özellikle Ace Ventura [1994] ve Liar Liar(Yalancı Yalancı) [1997] filmleriyle Jim Carrey'i var eden adam olarak bilinen ve asıl ününü Bruce Almighty(Aman Tanrım) [2003] ile yakalayan yönetmen Tom Shadyac imzalı muhteşem bir komedi-dram filmi.
Yaşanmış bir hayat hikayesinden alınmıştır. İntihar eğilimli biri olarak girdiği akıl hastanesinde gördüklerinden sonra Hunter "Patch" Adams (Robin Williams), çıktıktan sonra tıp fakültesine öğrenci olarak girer. Okulda başarılı bir öğrenci olmasına karşın, ideallerinden dolayı hocalarından tepki görür. Amacı "hayata renk katarak" mizah yoluyla tedaviye katkıda bulunmaktır.(-Vikipedi, özgür ansiklopedi)
Birinci sınıftayken "Patch" Adams ve arkadaşı Truman(Daniel London) 3. sınıflarla birlikte gizlice hastanedeki uygulama dersine katılır. Hocaları anlatır:
-Gördüğünüz gibi, bunlar lenfidemli diyabet yaraları ve kangren işaretleri. Sorusu olan?
- Osteomyelitis var mı?
- Görünürde hayır. Tabii kesin bilemeyiz.
- Tedavi?
- Kan şekerini dengelemek. Antibiyotik düşünülebilir. Ampitasyon da mümkün.
Patch: - Adı ne?
- ?!&?!!!??)&%+^''!!!
- Sadece hastanın adını merak etmiştim.
- Marjorie.
Patch: - Merhaba, Marjorie.
Marjorie: - Merhaba.
Oda arkadaşı Mitch Roman rolünde ise yardımcı erkek oyuncu rollerininin aranan adamı Philip Seymour Hoffman yine döktürüyor.
"Bayan Kennedy 212 numarada. Son üç haftadır onu her gün ziyaret ettim. Ona yemek yediremiyorum. Tıp konusunda bilinecek her şeyi biliyorum. Dur durak bilmeden çalıştım. Bu hastanedeki bütün cerrahlarla başa çıkabilirim. Ama ona yemek yediremiyorum. Bir yeteneğin var. İnsanlardan anlıyorsun." dediği sahne ise güzel işte ne diyeyim.



The Brave One / İçindeki Yabancı [2007]

Varoluş ıssızlığının ortasında bir yerde artık avunacak birini düşündüğünüz anda biri elinizden onu alırsa ne yaparsınız ve artık içinizde belki de yıllardır taşıdığınız o en gizli kimliğinizle nasıl yaşarsınız sorularının cevabını arayan film. Tam bulduğunuzu düşündüğünüz anda, düğün davetiyelerinin rengi iken tek derdiniz bir akşam yürüşü sote bir mekânda dövülerek öldürülürse diğer yarınız sandığınız kişi artık neyin eskisi gibi olup olmayacağina karar verecek olan belki de artık siz bile değilsiniz…
Kaçınılmaz yazgınız olan ölümle yüzleşerek yaşanmaya başlanan yepyeni ancak kaçınılmaz tekrarlarla dolu hayatınızda üstlenmeniz gereken yeni rol nedir? Bir katil mi yoksa, adaleti tecelli ettiren naif bir Jodie Foster misiniz ? İzledikçe kafanızda çoğalan bu soru işaretleri karşisinda aslında ne kadar da yalnız ve yaltılmış olduğunuzun işaretini sıklıkla veren bu film, öldürdükçe içinizde çoğalan yok etme isteğini pek de güzel anlatmış.
(-psikologunuz, 12.04.2008 17:17 ~ 17:20)
Jodie Foster'ı yine daha önceki rollerinden çok da farklı olmayan sert kadın rolüyle izlediğimiz film ama bu sefer durum biraz daha farklı. Bu kez sert kadın yaşadıklarından sonra sert olmak zorunda kalan kadın hikayesiyle vücut buluyor. Foster'ın filmdeki performansını ve başarısını anlatmak artık abesle iştigal. Hayranlarının kesinlikle kaçırmaması gereken bir film olmuş.
Neil Jordan yönetmen olarak hikaye anlatmadaki ustalığını yıllar önce Vampirle Görüşme ve The End of Affair adlı filmleriyle bizlere göstermişti. Bu filmde de artan ustalığının izlerini bulmak mümkün.
Filmin içeriğine gelince; film büyük şehirde yaşayan, şehrini çok seven ve hatta bu şehirden fazlasıyla beslenen bir radyo programcısının dramatik hikayesi aslında, ama hikaye büyük şehrin güzellikleriyle devam edemiyor. Şehrin zenginlikleri hayatının bir yanını beslerken diğer yanını yokediyor.
Evlenmek üzere olduğu sevgilisiyle(Naveen Andrews) sıradan bir akşam geçiren Erica parkta dolaşırken New York'daki suç icracılarından latin kökenli sıkı çocukların saldırısına uğruyor. Özellikle bu sahnede şiddetin bireylere uygulanışı ve cep telefonu kamerasıyla ölümsüzleştirilişi seyirciye öyle bir sunuluyor ki hani ağzınıza bile sürmek istemeyeceğiniz berbat bir yemeği afiyetle yemiş bulunuyorsunuz. Görüntüler, ses efektleri, konuşmalar adeta yaşanan şiddetin travmasını beyninizde hissetmenizi sağlıyor. Bu duygu filmin geri kalanı için gerekli ve siz bunu fazlasıyla hissediyorsunuz.
Sonrası Erica'nın durumuna düşen herkesin yapmak isteyecekleri ve travmayı atlatmaya çalışma süreci, filmin bu bölümü de öyle usta bir anlatımla sunuluyor ki seyirciye, dozu biraz aşırıya kaçsa veya eksik kalsa filmin bütün ciddiyeti ortadan kalkabilir ama Jordan ve Foster -ve ayrıca dedektif mercer rolündeki Terrence Howard'ın da hakkını yememek lazım- filmi ustalıkla sürüklüyorlar.
Filmin dramatik sonu hakkında spoiler içinde bile spoiler vermek istemiyorum ama yakın zamanda benzeri şeyleri yaşamış bir insan olarak, herşeyin ve her ayrıntının kurbanların danışmanlığında şekillendirildiği hissine kapıldım.
Sonuç olarak sadece üçüncü sayfalarda okuduğunuz haberler, ne kadar mantıklı, iyi, doğru, dürüst, -kendini beladan uzak tuttuğunuz zanneden- bir insan olursanız olun, sizin de başınıza gelebilir ve sonrasında hiçbirşey eskisi gibi olmaz diyor bu film. Ben de öyle diyorum.
(-biligak, 07.10.2007 12:55)

23 Mayıs 2008 Cuma

El Orfanato / Yetimhane [2007]

Lanetli ev teması oldum olası Hollywood ve dünya sinemasının ilgisini çekmiştir. Korku gerilim türleri varolduğundan beri bir tepenin başında ya da bir ormanın içinde kimselerin uğramadığı genelde içinde hayaletlerin yaşadığı evlerin konu edildiği filmler çekilir. Benim için son dönemde bu filmler için zirve noktası yine bir ispanyol yönetmenin elinden çıkma olan The Others olmuştur. El Orfanato ise bu ev temasını hikaye içinde eritme suretiyle farklı konulara giriş yapabilmiş bir film.
Son dönemin en başarılı fantastik filmlerinden Pan'ın Labirenti(Pan's Labyrinth)'nin yönetmeni Guillermo Del Toro'nun yapımcı olmasının yanında filme direk etkisi olduğunu düşünüyorum. Zira aynen Pan'ın Labirenti'nde olduğu gibi bir yandan gerçek hayatta hikaye akarken arka planda fantastik olaylar gerçekleşiyor. Film ana fikir olarak evlat sevgisini baz alsa da yetimhanelerde kötü davranılan işkence gören çocuklar ve bu çocukların bir türlü huzura kavuşamaması gibi bir konu ile hikayesini sağlamlaştırıyor.
Tam bu noktada diğer gerilim tarzı lanetli ev filmlerinden ayrılıyor. Çünkü bu evdeki hayaletler pek de öyle evin yeni sahiplerini kovmak ya da öldürmek istemiyor. Tek istedikleri biraz oyun oynamak. Bu da filmi aynen Pan'ın Labirenti'nde olduğu gibi sempatik bir noktaya çekiyor. Tabii ki arada trajedi yaşanıyor fakat bu olaylar da evdeki hayaletlerin bilerek yaptıkları olaylardan kaynaklanmıyor.

Çocuğunu kaybeden anne rolündeki başrol oyuncumuz inandırıcılığını hiç kaybetmiyor. Hikaye anne üzerine kurulu olduğu nedeniyle üzerine çok fazla iş düşen Belen Rueda bu rolün altından başarıyla kalkıyor.
Film kendini izletmeyi heyecanı ve merakı ayakta tutmayı başarıyor. Yönetmen Juan Antonio Bayona bu konuda çok başarılı bir iş çıkarmış. Bu tarz filmlerde seyircileri sıkmadan kendini izletmek biraz zor. Filmin gerilim kısımları ise son derece başarılı. Özellikle bir kaç sahnede koltuğunuzdan zıplamaya hazırlıklı olmanız gerekiyor filmi izlerken.
Klasik bir hayaletli ev korkusu yapmaktansa daha zor bir yol seçip derin bir konu ile başarılı bir film çekmeyi başarmak zor iş. Yönetmen bu işi başarmış bu yüzden de kesinlikle izlenmeyi hakediyor.
(-caveman, 10.03.2008 10:45 ~ 10:46)

16 Mayıs 2008 Cuma

Sweeney Todd : The Demon Barber Of Fleet Street Sweeney Todd : Fleet Sokağının Şeytan Berberi [2007]

... Londra da berberlik yapan Benjamin Barker mutlu bir aile yaşantısı vardır. Bu mutluluk ta ki hakim Turpin'in Barker'in eşine kafayı takmasına kadar sürer. Sonra Turpin, Barker'i haksız yere sürgüne gönderir. Onbeş yıl sonra Benjamin Barker, Sweeney Todd adı ile Londra'ya geri döner. Tek amacı vardır, eşinin ve kızının intikamını almak. Londra da Bayan Lovett ile tanışır. Bayan Lovett geç kızlıktan bu yana Barker'a aşıktır. Sweeney Todd Bayan Lovett ile çok iyi anlaşır ve ardı arkası durmayan cinayetler başlar.
Tim Burton'un sinema da farklı mekanlar/dünyalar/şehirler yaratma konusunda usta olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu sefer zamanın Londra'sını (Viktorya Dönemi) müthiş bir şekilde beyaz perdeye taşıyor. Siyah/beyaz tonların hakim olduğu, kanların ortalığı renklendirdiği bir dünya. Tim Burton dostu Johnny Depp'i de yanına alıyor. Suç ortalığı Bayan Bovett rolünü ise Helena Bonham Carter'a veriyor. Gerçi Tim Burton'un hem Johnny Depp'i hem de çocuğun annesi Helena Bonham Carter'i kayırdığı söylense de, bu rolleri bu ikili oynamasa aynı derecede başarılı olur muydu tartışılır.
Bu ikili Corpse Bride'den fırlamış gibi sanki, hayat bulmuş halleri gibi duruyor. Filmin sürpriz oyuncusu ise Sacha Baron Cohen. Borat ile ayrı bir fenomen yaratan oyuncu, rakip berber rolunde çok başarılı bir performans sergiliyor. Deyim yerinde ise rol çalıyor. Üstelik çok da güzel -kısa da olsa- şarkı söylüyor.
Film, sonuçta Tim Burton'un en başarılı çalışması değil. Filmi özellikle müzikal açıdan zayıf kılan bir çok öğe mevcut. Müzikalın üç saate aşkın uzunluğu, film için kısaltılmış. bu da müzikalde ki bir çok şarkının çıkarılmasına ve kısaltılmasına yol açmış durumda. Bazı insanları rahatsız edebilecek bol kanlı sahnelerde yok değil. Tim Burton, gri tonun üzerine al kırmızıyı koymakdan kendini hiç esirgemiyor ama sınıf ayrımın halt saflara vardığı, suçun kol gezdiği, adalet denen sistemin olmadığı insanların ürkek bir yaşantı içinde bulunduğu Londra'yı çok iyi bir şekilde beyaz perdeye taşıyor. Çok çok iyi bir Tim Burton eseri olmasa da mutlaka izlenmesi gereken bir film.
(
-ziverbey, 07.02.2008 10:05)
Tim Burton'ın dahiyane rejisi, film boyunca izleyiciyi hayran bıraktıran kamera oyunları, filmin artık Burton izleyicisine son derece aşina gelen burtonesque atmosferi neden on üzerinden on bi filmle sonuçlanmadı acaba..
Herkes kendisine göre benimseyemediği bi nokta bulabiliyor çünkü filmde. Beni rahatsız eden şarkılardı. Melodiler pek bizim kulaklarımızın aşina olduğu bi tarzda değiller, her cümlenin son kelimesinin uzatılması bi süre sonra hep aynı şarkıyı dinlediğimi bile düşündürmüştü bana ama en çok da sözlerini anlamaya bu kadar fazla çaba sarfettiğim için yabancılaştım sanırım. Çünkü biz şarkı dinlerken melodiye daha fazla konsantre olan insanlarız. Hele pop dinleyicilerini falan hiç mevzu bahis etmiyorum, o şarkıların sözlerini anlasak ne olur anlamasak ne.. ama sözlerini beğendiğimiz şarkıları bile ilk dinleyişlerde sözlerine pek de fazla dikkat etmeden, bazen de melodisini çok sevdiğimiz yerlerinde sözlerini sallamadan dinliyoruz. Müzikal bi filmde bu alışkanlığı bi kenara atmamız gerekiyor çünkü aslında bu dinlediklerimiz şarkı değil, tirad. Orada oyuncu ne diyecekse sadece melodiyle beraber söylüyor ve illa ki ne dediğini anlamak zorundayız. Tabii dediğini şarkı söyleyerek diyen insan zaten en başta aşırı yabancı bi' şey olduğundan filmin içine girmek neredeyse mümkün olmuyor. Çünkü oyuncu şarkı söylediği anda kendinizi orada hissedemiyorsunuz. Filmde ne zaman melodisiz konuşmalar olsa o anlar içine çekiliyor, şarkı başladığı anda geri itiliyorsunuz. Bu Sweeney Todd'a özel bi' handikap değildir elbette, her müzikal filmde illa ki bu sorun barizdir. Bbana göre sebep buydu, başkasına göre başkasıdır.
Filmde bahse değer diğer şeyler, Burton'ın dahiyane rejisinin sağladığı kamera açıları ve jeneriği, Sacha Baron Cohen'li sahnelerin verdiği keyif, kan diye pembe bi' reçel görüntüsü veren sıvının kullanılmasından kelli hiç bi boğaz kesme sahnesinin itici olmaması (belki de özellikle bu hedeflenmiştir, ne de olsa slasher movie değil bu), Johnny Depp'in şarkı söylerken sürekli her kelimeyi aşırı vurgulayışı ve bu yüzden bize verdiği az biraz yapaylık hissiyatı, ve Todd'un usturasına kavuştuğu o mükemmel ötesi sahne..
Bütün sırtımı diken diken eden muhteşem sahne için Burton'ın ve -aslında pek de beğenmediğim müzikler bestelemiş olsa da- müzisyeninin elini öpüyorum. Todd'un usturayı havaya kaldırıp,
"at last.. my arm.. is complete(En sonunda kolumun eksik parçası tamamlandı)"
Demesini takiben kameranın ondan uzaklaşması ve o muhteşem melodinin kulak dolduruşu.. İnanmayacaksınız belki ama yazarken bile tüylerim kabardı.

Burton'da daha çoooook iş var.
(-brick top, 23.03.2008 22:29)

9 Mayıs 2008 Cuma

Enchanted / Manhattan'da Sihir [2007]

Masal tadında keyifle, sıkılmadan izlenebilecek güzel film. Büyüklere masal niteliğinde değil pek, çocukları hedef almış gibi bir havası var. Stardust tadı bekliyorsanız pek umutlanmayın derim. onun kadar lezzetli bir film değil ama kendi çapında iyi. Eğlendiriyor en azından. Prenses Giselle'in hikayesi bütün peri masallarının bir karışımı gibi. Hepsinden bir şeyler katarak ufaktan dalgasını geçmiş. Bütün karakterler, oyuncuların başarılı performansları sayesinde hakkaten çizgi dünyadan fırlamış gibi duruyorlar. Özellikle o güzel, sadece "mutlu son"ların olduğu fantastik dünyalarında hiç bilmedikleri, karşılaşmadıkları şeylerle gerçek dünyada yüz yüze gelmeleri buna rağmen saflıklarından bir şey kaybetmemeleri hoş bir ayrıntı olmuş.
Prens Edward'ın saflığını James Marsden çok iyi yansıtmış. Peri masallarında bu kadar saf, salak bir prens yoktur herhalde. Fakat asıl vurgulamak istediğim kişi Amy Adams. Kendisi hakkında apayrı bir yorum getirilmeyi hakediyor zaten, onu bilare yaparız ama bu filmdeki performansından söz etmek gerekirse; zaten iyi bir temele oturtulmuş bir film, kendisini oyunculara yaslamamamış pek ama Amy Adams, oynadığı her filmi başarı anlamında ikiye katlayacak bir oyuncu.
Öyle bir Giselle karakteri yaratmış, gerçek dünyaya düşen bir prensesi ve olaylar karşısındaki tepkilerini öyle güzel yansıtmış ki izlerken siz de gerçekten prenses olduğuna inanıyorsunuz. Akademi şans tanır mı bilinmez ama buradaki rolüyle aday olduğu AltınKüre'yi hakediyor. Birkaç abartılı sahne de vardı filmde. Spoiler olacağını sanmıyorum:
Central Park'ta yaşlı-genç herkesin işi gücü bırakıp dans ettiği sahneler biraz aşırıya kaçmış. Malum Giselle çizgi dünyada habire şarkı söyleyen bir tip, sevgisini de öyle ifade ediyor. Central Park'ta şarkı söylemeye başlaması, daha sonra herkesin ona katılması, kareografisi önceden belirlenmiş dans figürleri (parktaki herkes profesyonel dansçı, hatta işçiler, park görevlileri vs) izlerken "abartmışlar" dedirtti. Bir anda bizim Ayşecik ve Ömercik'in oynadığı Hayat Sevince Güzel isimli eski türk filmi geldi aklıma. Orda da bütün manav, bakkal çakkal, yaşını başını almış amcalar teyzeler birden dans etmeye başlıyorlardı "hayat sevince güzel, sevince tatlı günler..." şeklinde şarkı söylerek. O an gözümde canlanınca gülmeme hakim olamadım. Dalga geçeriz bizim filmlerle ama herifler resmen bizim kareografiden araklamışlar. Tabi böyle detaylara takılmamak lazım pek. Kevin Lima ve Bill Kelly bize masal anlatmak istemiş, fazlasıyla da başarmışlar.
Susan Sarandon'ın 5 dakikalık cadı performansının da başarılı olduğunu ve soundtrack inin de dinlenesi olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Sonuç olarak fena bir film değil. Ailecek, çoluk çombalak gidip izlenebilir. imdb puanına aldanmamak lazım. sanıyorum ki 15 yaş altındaki kızlar oluşturuyor yüksek oy verenler grubunu. 8 biraz fazla kaçmış. Stardust değil bu abartmayın diyoruz, bir sonraki filmde görüşmek üzere derken, küçüklerimin..... ehh siktir git lan, yeter!
-constantine
Film masal dünyasından kopup gelen polyanna+sindrealla karışımı bir karakterin günümüzde geçirdiği bir kaç gün içerisinde başından geçen maceraları konu ediyor.Walt Disney bu animasyon+gerçek karışımı hikayeyle çocuklara masal dünyasında yaşıyor bazı ibneler mesajı vermek istemiş, bakın çocuklar; roman karakterleri bile dünyamızın o puslu havasını teneffüz ettiğinde doğaları gereği herşeye optimistik bakış açısıyla yaklaşırken, zamanla dünyanın zehri kanlarına karışınca bakın nasılda pesimist hal aldılar diye ögüt vermiş sanki.
Yine de her peri masalı gibi olayı mutlu sona bağlayarak tamam hayat çok sarp ve çetin olabilir ama 1000/1'de olsa gerçek aşkı bulabilme ihtimaliniz var demeyide ihmal etmemiştir.
Neyse bütün bu saçma sapan zamane felsefesini bir kenara bırakırsak alın çoluğunuzla, çocugunuzla izleyin, izlettirin eglenceli bi öykü olmuş.
-thelepermessiah

2 Mayıs 2008 Cuma

Magnolia [1999]

Yığınla olay, görmesek de yaşandığını bildiğimiz yada bilmesek de yaşanmaya devam eden öyküler.
Düşünmeden yapılmış şeyler, hatalar, hataların pişmanlıklarını ve yaşanan acıları unutmak için yeniden tekrarlanan hatalar hatalar, bir kısır döngü, vicdan.
Vicdanı kemiren kanser.
Yaşanan herşeye sıradanmış gibi bakan, herşeye alışmış yoz yaşamlar, duyarsız, düşüncesiz, bencil adamlar.
Hassas, heyecanlı, konuşurken her yanı titreyen ürkek bir kız, sevgisini verecek kimseyi bulamadığı için acılar içinde ağlayan bir adam, geri dönüşsüz hayatlarına ağlayan kişiler, ne olursa olsun ölümün dibinde bile olsa pişmanlıklarını hiç değilse anlatarak azaltmaya çalışan ama bunu bile yapacak cesareti olmayan, korkan, acı çeken, intihara sığınan bir adam.
Bahsedilecek o kadar çok karakter var ki, her biri için sayfalar dolusu yorum yapılabilir, Julian Moore'un eczanede geçen sahnedeki muhteşem performansından, Tom Cruise dan, William H. Macy den bahsetmiyorum bile, filmdeki fazla önemli görünmeyen rollerden birini üstlenen dolabında ceset saklayan marcie adlı tombul zenci teyzenin rol yeteneği bile takdire değer.
Hepsini boşverip sadece filmi sürücünüze yerleştirip kafanıza battaniyenizi çekin ve müziklerini dinleyin, bu bile büyük bir zevk verecektir.
Ayrıca filmin imdb deki reytingi 10 üzerinden 8.2, bunu da söylemeden geçemeyeceğim.
-aton karimca
Adı manolya çiçeği sadece bir gün açtığından, film de sadece bir günde geçtiginden ortaya çıkmıştır. Ayrıca sonlarına doğru trafik ışıklarında kesişir birkaç karakterin hayatı, o kırmızı ışık da magnolia caddesinin trafik ışıklarıdır. Zekice küçük oyun dolu muazzam bir iş çıkartmıştır pt anderson.
-sleepwalker