22 Haziran 2008 Pazar

Meryl Streep

Bugün doğum günü olan ve 14 kere Oscar'a aday olarak bu alanda rekor kıran ve bu ödülü 2 kere kazanan Meryl Streep 1949 yılında Summit, New Jersey'de Mary Louise Streep adı ile dünyaya gelmiş. Vassar' da öğrenciyken oyunculuğa ilgi duymaya başlamış. Mezun olduktan sonra Yale Drama Okulu'na kayıt yaptırmış.
İlk filmi Julia [1977] ile çok iyi bir performans göstermiş ve bir daha ki yıl The Deer Hunter [1978]' daki rolü ile ilk kez Oscar'a aday gösterilmiş. Çok geçmeden Dustin Hoffman ile birlikte rol aldığı Kramer vs. Kramer [1979]'daki Joanna Kramer rolü ile ilk Oscar'ını kazanmış. Ardından Nazi ölüm kampında esir olan bir annenin içburkan hikayesinin anlatıldığı Sophie's Choice [1982] filmi ile ikinci Oscar'ını kazanmış.
Sanatında ve rolü için hazırlıklarında çok titiz, özenli ve mükemmeliyetçi biri olan Meryl, sonraki 1o yılda ayakta alkışlanan performanslarıyla Silkwood [1983]; Out of Africa [1985]; Ironweed [1987] ve Evil Angels [1988)] gibi muhteşem filmleri arka arkaya başarı hanesine sıralamış.
1990'ların başında uygun roller bulmaktaki yetersizlikten dolayı kariyeri biraz düşüşe geçse de 1995'te Clint Eastwood'un evli aşığını oynadığı The Bridges of Madison County [1995] ve müsrif kız çocuğunu canlandırdığı Marvin's Room [1996] filmleriyle yine zirveye yerleşti.
1998'de ilk kez kamera arkasına geçti. Başrolünde oynadığı ...First Do No Harm [1997] (TV) filminde idari yapımcı (executive producer) görevini de üstlendi.

Gelecek yıllardaki filmleri hakkında konuştuğunda ise o bir realist. Hayat görüşü ise söylediğine göre "...no matter what happens, my work will stand..." (Ne olursa olsun sorun değil, işim devam edecek. )
Babasının kimliğini keşfetmeyi ümit eden genç bir kız olan Sophie Sheridan'ın annesi Donna'yı canlandırdığı son filmi, 3 Ekim 2008'de Türkiye'de gösterime girecek olan Mamma Mia! [2008], İsveçli müzik grubu ABBA’nın şarkılarını temel alan aynı adlı Broadway müzikalinin sinema uyarlamasıymış. Ayrıca rol aldığı Doubt [2008], Julie & Julia [2009] filmleri de yapım-sonrası (post-production) aşamasında.
Ivır Zıvır
-Music of the Heart [1999] filmindeki rolü için 8 hafta boyunca günde 6 saat çalışarak keman çalmayı öğrenmiş
-Helikopterden korkuyormuş
-Ünlü olmadan önce The Hotel Somerset in Somerville, New Jersey' de garsonluk yapmış
-Lisede pon pon kızmış.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Unbearable Lightness Of Being / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği [1988]

1960'ların Çekoslovakyasında Prag'da yaşayan yakışıklı-çapkın ve başarılı bir cerrah olan Tomas (Daniel Day-Lewis) bir ameliyat için gittiği kaplıcalarda okumaya düşkün kasabalı bir kız olan Tereza (Juliette Binoche) ile tanışır. Tereza, Tomas'ın peşinden Prag'a gelir. Tomas, Tereza ile evlenir fakat sevgilisi Sabina (Lena Olin) ile olan ilişkisini sürdürür fakat bu ilişki daha çok cinselliğe dayalıdır. Sabina ile Tereza'yı birbiriyle tanıştıran Tomas ikisi arasındaki arkadaşlıktan etkilenir. 1968 baharında sovyet tanklarının Prag'a girmesiyle bu üçlünün hayatı altüst olur. Milan Kundera'nın aynı adlı başyapıt romanından uyarlanan filmin yönetmeni Philip Kaufman.
Prag'ın masalsı, zaman zaman karamsar atmosferinde geçen, yer yer politik analizlerin geçtiği, sophokles'in Kral Oidipus eserini bolca gördüğümüz, bu nedenle "her kadın sırları keşvedilecek yeni bir kıta" cümlesi altındaki gizli anne arayışını anlatan, kadınları ayrı kılan detayların bir şapkadan çok kırılmış camlardan yansıyan narsist görüntümüz olduğunu söyleyen filmdir.
Birbirlerini kıskanan kadınlar arasında yaşanan duygular çok iyi işlenmiş...
Bir de "Karenin" adında köpekleri vardır ki bir köpeğe karşı duyulabilecek sevginin şimdiye kadar izlediklerim içerisinde en iyi şekilde dile getirildiği film bence:
"Annemi sevmek zorundaydım ama bu köpeği sevmeyi ben seçtim. Onu senden daha çok seviyorum çünkü beni her an aldatacak korkusu yok ve beni karşılıksız seviyor."
Ve film başladığı gibi "güçsüzlerin ülkesi"nde son bulur.
Gördüğüm en iyi renkliden siyah beyaza geçişler bu filmde kullanılmış. Ayrıca filmde Man Ray ve dolayısıyla Lee Miller'ın adı geçer.
(-anahita, 13.07.2005 02:55)
Tomas: - Gitmem gerek.
Sabina: - Bir kadının evinde geceyi geçirmez misin hiç?
Tomas: - Asla.
Sabina: - Ya kadın senin evine gelirse?
Tomas: - Ona uykusuzluk çekiyorum derim. Bulurum bir şey. Ayrıca, yatağım çok dar.
Sabina: - Kadınlardan korkuyor musun doktor?
Tomas: - Elbette.
Sabina: -Tomas. Sadece zevk peşinde misin? Yoksa her kadın senin için sırlarını keşfetmek istediğin yeni bir kıta mı?
Tomas: - Sevişirken ne diyeceğini merak ediyor musun? Ya da nasıl gülümseyeceğini? Nasıl fısıldayacağını, inleyeceğini, çığlık atacağını. Belki de en küçük tahayyül edilemez ayrıntıları.Bir kadını diğerinden tamamen ayrı kılan minik şeyleri.
Sabina: - Benim ayrıntım nedir doktor?
Tomas: - Şapkan Sabina.
Sabina: - Başka biriyle tanıştım. Tanıştığım en iyi erkek.Akıllı, yakışıklı, iyi...Ve benim için deli oluyor. Ve evli. Sadece bir şey var. Şapkamı beğenmiyor.
Tomas: - Şapkan. Şapkan bana ağlama isteği veriyor Sabina.
Tomas: - İki hayatım olsaydı. birincisinde, onu evime davet ederdim. İkincisindeyse, onu kovardım. Sonra karşılaştırma yapıp hangisinin en iyisi olduğunu anlardım. Ama bu dünyaya bir kere geliyoruz. Hayat çok hafif. Bir taslak gibi, asla içini dolduramıyor ya da düzeltemiyoruz. Daha iyi yapamıyoruz. Bu çok korkutucu.
Tereza: - Tomas, sana yardım etmem gerektiğini biliyorum ama edemiyorum. Sana destek olacak yerde, köstek oluyorum. Hayat benim için çok ağır, senin içinse çok hafif. Bu hafifliğe, bu özgürlüğe dayanamıyorum. Yeterince güçlü değilim. Prag'da sana sadece aşk için muhtaçtım. İsviçre'deyse her şey için sana bağımlıyım. Beni terk etsen ne yaparım? Ben güçsüzüm. Güçsüzlerin ülkesine geri dönüyorum. Hoşçakal.
Tereza: - Beni onlara götür.
Tomas: - Kimlere?
Tereza: - Öbür kadınlara. Onlarla seviştiğinde, beni onlara götür. Senin için onları soyarım. Bunu istiyorum. Gerçekten. Onları güzelce yıkar, koynuna sokarım. Hoşuna gidecek her şeyi yaparım. Öbür kadınların vücutları bizim oyuncağımız olur.
Tomas: - Tereza, sen neden bahsediyorsun?
Tereza: - Başka kadınlarla birlikte olduğunu biliyorum. Benden saklayamazsın. Her gün kendime şöyle demeye çalışıyorum...''Bu bir şey ifade etmez ki. Önemli değil. Sadece gönül eğlendiriyor. Elinde değil. Ama beni seviyor. Beni sevdiğini biliyorum. Bundan eminim. Beni seviyor."''Beni seviyor!'' Ama dayanamıyorum. Çok denedim. Dayanamıyorum. Beni onlara götür. Beni yalnız bırakma!

11 Haziran 2008 Çarşamba

Lost In Translation / Bir Konuşabilse [2003]

Evlilik hayatıyla biraz erken tanışmış ve kocasının peşinden geldiği ülkede, bir otel odasında canı sıkılan genç bir kadın Charlotte (Scarlett Johansson) ile, orta yaş bunalımı çizgilerinde dolaştığı, suratına yerleşmiş, tüm ifadelerinin gerisinden sıyrılıp tam orta yerde sabitlenerek, bezginliğini ve sıkıntısını gözler önüne seren gülümseme - ağlama karışımı haliyle aşikar olan bir adam olan Bob Harris 'in (Bill Murray), tesadüfler eseri, evden uzak bir yerde karşılaşmaları, tanışmaları, konuşmaları, biraz gezip tozmaları ve sonuç itibariyle birbirlerine kaçınılmaz bir şekilde alışmalarınından ibaret aslında anlatılanların tümü.
Bunun yanında, oyuncuların ikisi de çok başarılı bir şekilde, doğal olmanın ve kendileri gibi, içlerinden geldiği gibi davranmanın azami noktasında dibe vurmuş insanları canlandırıyorlar, en azından birbirlerine karşı. O kadar yavaş ve o kadar durgun bir film ki, en hareketli sahnenin bir diskoda eğlenildiği dakikalar olduğunu gözlemleyebilirsiniz.
Ya çok sevilecek ya da sıkıntıdan sonu getirilemeyecek filmlerden biri olduğunu düşünmekle birlikte, benim son dönemlerde izlediklerimin arasında en iyilerdendi diyebilirim. Coppola lardaki yönetmenlik yeteneği genetik olmalı diye düşündüm artık ve The Godfather Part 3 de nefret hissettiğim Sofia Coppola 'ya saygı duymaya başladım ciddi anlamda.
Çok olağan ve sıradan bazı şeylerin, aslında insan bünyesinde ne kadar beklenmedik ve karmaşık etkiler yaratabileceğini, o etkileri en iyi bilenlerin, yani bizzat yaşayanların gözünden anlatmaktaki üstün başarısıyla, takdire şayan bir performans göstermiş olduklarını düşünüyorum, gerek yönetmenin gerek oyuncuların.
(-amethysta, 31.05.2004 16:03 ~ 02.06.2004 15:46)
Hayatın olağan akışında anlamın yitirilmesinin, bunun peşi sıra gelen kopuşun asılı kalma durumunun(asıl olarak varoluş sıkıntısı olarak özetlenebilir) beklenilmeyen tanınmayan bir kişi tarafından giderilmesi ve bu derde deva kişinin mutlaka ve mutlaka karşı kıyıda olmasının öyküsü.
O kişinin o kişi olmasının nedenlerinin ruhun, bedenin bulunduğu mekanla ilişkili olduğunun ve bu kadar değerli işlevin bir insan için ömürde bir daha yakalanması zor olan uyumun geçiçi oluşunun ispatıdır bu film. O kadar ki dillerini bilmedikleri bir ülkede boğulma duygusuna teslim oldukları mekanlarda ancak birlikte varolabildiklerini anladıkları anda karakterler patetik bir ruh haline bürünürler.
Çevrelerine olan duyarsızlıklarının ikisini biz yaptığını anlamışlardır ve bu geçicidir sürdürülebilir değildir. Saf aşktır ama ömrü varlığı yoktur. O yüzden sevişip dejenere olmak istemezler(sevişmek dejenere olmak demek değildir, olağandır yalnızca, halbuki ikisi içinde olağanüsütü koşullar mevcuttur ve bu koşulların bağladığı yolda olağan bir davranış dejenere olmaktır). O yüzden çok iyi anlaştıklarını anladıklarında gözleri dolar. Bu yüzden birbirlerini bulmalarını sağlayan ülkeye, insanlara, sıfatlara, hayranlık duymaya başlarlar olağana sevgi beslerler.
İşte bu noktada her ikisi de kendi yaşantılarına dönmüşlerdir. Zira orada varolmaları yargıda bulunmaları ancak hayatlarına karılarına kocalarına sevgi duymaları ile mümkündür. Evet iki karakterde birbirlerini kurtarmışlardır. Hayatlarına geri dönerek olağanüstü uyumlarını yokederek sadece bir varoluş sızısı olarak hatırlayacakları bir macera olarak tanımlamak üzere birbirlerinden ayrılmışlardır.
Varoluş üzerine, kişinin her koşulda tözünü farketmek ve yaşamak zorunda oluşuna dair bir yapılmış en iyi film belki de..
(-avukatacam, 13.03.2006 01:25 ~ 14.03.2006 20:17)
Sade, berrak, abartısız denmiştir sanırım bu film hakkında. "Bu nasıl film?" diye çemkirenler de muhakkaktır.. Ama işte böyle "dürüst" filmler de var azizim. Adam, o kızı atacak yatağa zannettin di mi? O zaman "ne eğlenceli" bir film olacaktı? ya da kızı da alıp kaçsaydı "heyecanlı bir yol hikayesi" olacaktı belki? Ama bazen teğet geçer konular, enteresan olaylara.. Hayattaki gibi. Filmlerdeki gibi değil. Yönetmenler bazen insafa gelir. Hepimizi aldatmayı bırakırlar.. E bizi de aptal yerine koymamış olurlar böylece.. Bu da öyle bir film işte..
(-ebucan, 08.03.2007 11:38 ~ 16:54)
Özellikle Scarlett Johansson'un filmde görüldüğü her kare tabiri caizse birer kartpostalı andırıyor.
(-sorrowmybeloved, 02.09.2004 16:33)
Charlotte : - Burada ne yapıyorsunuz?
Bob : - Birkaç bir şey. Bir süreliğine karımdan kurtuluyorum, oğlumun doğum gününü unutuyorum, ve bana 2 milyon dolar ödüyorlar; böyle bir yerde viski reklamında oynamam için. Başka yerlerde oynama imkanımda varken.
Charlotte : - Ahh.
Bob : - İyi haber şu ki... Viski işe yarıyor.
Mr. Kawasaki: - Tokyo'ya hoşgeldiniz.
Bob : - Teşekkürler.
Mr. Kawasaki: - Adım Kawasaki.
Bob : - Tanıştığımıza sevindim. Adınızı duymuştum.:)

8 Haziran 2008 Pazar

Sleuth / Ölümcül Oyun [2007]

1970 yılında binden fazla kez oynamış bir Broadway oyunu iken ilk olarak 1972 yılında sinemaya uyarlanmış, geçen sene de [2007] tekrar çekilmiştir. Bu iki sinema prodüksiyonunun en garip tarafı ise Michael Caine'in iki farklı rolü oynaması, daha garip tarafı ise filmde zaten toplam iki karakter olmasıdır. Bir de castta "man on tv(Harold Pinter)" var tabi ona saygımız sonsuz.
(-turkce karakter, 13.04.2008 17:57 ~ 14.04.2008 17:16)
1972 yapımı Sleuth'un yeniden çevrimi gibi gözükse de gerek senaryo yazarı (Harold Pinter) gerekse de oyuncular, 72 yapımı filmle ilgisinin konunun ana öğelerinden öte olmadığını söylüyor.
Pinter, eski filmi izlemediğini, hakkında hiçbir şey bilmediğini söylerken, Michael Caine eski filmle yenisinde bir tane bile aynı cümle olmadığını belirtiyor. Konuyu baştan keşfettiklerini yineliyorlar.
(-sleepy99, 07.04.2008 21:09 ~ 21:12)
Karısı Maggie tarafından genç ve yakışıklı aktör adayı Milo Tindle (Jude Law) ile aldatılan zengin ve ünlü bir dedektiflik romanı yazarı olan Andrew Wyke (Michael Caine); Tindle 'ı yüksek teknolojik lüks malikanesine davet eder. Tindle, Maggie ile evlenebilmesi için Wyke'dan boşanma belgelerini imzalamasını ister.
Wyke buna karşılık Tindle'dan kasadaki mücevherleri çalıp Amsterdam'da söylediği kişiye satmasını, böylece kendisinin de sigortadan para alabileceğini söyler. Wyke karısının yeni genç aşığına yem atmıştır. Onunla oyun oynamaktadır. Fakat oyun kontolden çıkar ve ölümcül boyutlara ulaşır.Filmin yönetmeni, başarılı Shakespeare uyarlamalarıyla shakespeare ödülünü alan aktör-yönetmen Kenneth Branagh.
İş bu entry hem 1972 yapımı filmden hemde 2007 yapımı remake'inden karşılaştırmalı bir biçimde, başından son süprizine kadar aşırı spoiler içermektedir, filmi izlemeden okumanız önerilmez:
1972 yapımını bir hafta önceden, yeni filme hazırlık olarak izlediğimi soyleyerek başlayabilirim, özellikle imdb'de top 250 icerisinde 190. sırada olması gerçekten ilgimi çekmişti, iki filmde Milo Tindle'ın malikaneden içeri girmesiyle başlıyor, orjinalinde Milo ile Andrew'in tanışma sahnesi Andrew'in bahçesindeki devasa labirentte ve iken yeni yapımda direk kapıdan girişle başlıyor.
Ayrıca orijinal filmde daha en başından Andrew'in bulmacalara ne kadar meraklı olduğunu görürken, yeni filmde sadece ne kadar kontrol ve gözetleme hastası olduğunu görmekle yetiniyoruz. Zaten iki film arasindaki başlıca fark bu ilk film bulmacalarla aklımızı başından alırken yeni filmde bu faktör çok daha az tutulmuş durumda, hatta filmin ilk onbeş dakikasını gözetleme kameralarından izlemekteyiz, bu da tamamen farklı bir konu izlediğimizi göstermekte.
İlk başta karşılaştığımız farklılıklardan bir diğeri ise malikanedeki şaşıtıcı minimalizm, ilk filmdeki mekatronik binlerce ıvır zıvır yeni filmde sadece tek kumandayla yönetilebilen bir çok eşya ile karşımıza çıkıyor, hatta aynı yorumu filmin kendisi içinde buradan yapabiliriz yeni film sadece 86 dakika sürerken ilk film 138 dakika sürmekteydi. Tabii bu kısalık bütün dialoglara yansımış durumda.
Orijinal filmi izlemeyenlerin çoğu olan bitenin neden olduğunu anlamakta güçlük çekmesi olası, mesela filmin sonunda Milo'yu beni böyle utandırarak gidemezsin diye Andrew vurmakta iken, yeni filmde sadece ateş ediyor. Tabii böyle olmasının daha modern ve insani düşünmeye ittiğini söyleyebiliriz, lakin sinemadan çıkarken genel tablo "Abi ne biçim filme gelmişiz ya ben anlamadın niye öldürdü ki"'den ibaretti.
Bunun yanında, ayrıntıların minimum düzeye inilmesi ilk ve ikinci oyununda etkisini azaltmış durumda, ortalıkta düşünmeye iten daha az ayrıntı buludunuğundan dolayı tam olarak şok etkisini vermiyor olanlar ve ilk filmin kusursuzca düşünülmüş son oyununun bu filmde değiştirilmiş versiyonunun esamesinin okunmamasını sağlıyor.
Ayrıntıya inecek olursak bir kez daha Andrew'in sevgilisi Tea'yı ayartan Milo ve sonunda Andrew'a asıl zarar verenin oyun değilde sevgilim dediği kadının bile onun hayatı ile oyanamasına izin verecek kadar nefret ettiği iken, yeni filmde "Birlikte yaşayalım yoo aslında kandırdım seni karına söyleyeceğim" ne yazık ki izleyiciyi etkilemiyor.
Ayrıca ilk filme eğlenceli göndermelerde var filmde, Andrew'in votka içip Milo'nun Scotch'ta ısrar etmesi ve Milo'ya inatla berber demesi ilk filme bariz referanslardan. Ayrıca kabul etmek lazım montu alıp çıkmak ilk filmden çok daha yerinde ve hasar verici bir pozisyonda.
Sonuç olarak; ilk film imdb'de 8.2 puan verilmişken yeniden çevrimine 6.5 verildiğini hatırlatarak yeniden çevrimi teknolojinin ve kumandanın kurtarmadığını söyleyebilirim. Yine de vaktiniz varsa ikisini izlemelisiniz.
(-the gambit, 05.04.2008 23:50)

6 Haziran 2008 Cuma

The Big Lebowski / Büyük Lebowski [1998]

Arsız bir dedektiflik filmi. Karmaşık olaylar zinciri ve bunların tam ortasında kendi halinde, kıçı yerden kalkmayan, gözü bowling dışında bir şey görmeyen bir adam. Haa bir de odasını toplu gösteren halısı var. Bu karmaşık olaylar içerisinde, aslında olayları çözmek için hiç çaba harcayaman bir adam. Adeta olaylar onun için çözülüyor. Sürekli taraflar gelerek ona bir şey anlatıyor. O sadece onları elinde white russian ile dinliyor.
Bazen kendine pay çıkarmak içinde "Bu olay çok derin" diyerek (deyim yerindeyse sıkarak) bir şeyler koparmaya çalışıyor. The Dude'un hayatı polisiye olaylar içerisinde bir bowling salonunda geçiyor. Onun bütün derdi elden gidecek penisi. Olayı çözmek için çaba harcadığı tek sahnede porno yapımcısının kağıda karaladığı şeylerin ne olduğuna bakıyor.
Onda da ortaya kocaman bir penis çıkıyor. Aslında Coen Biraderler seyirciye pek güzel ayarı veriyor.
Sessiz ve sakin işleyen mükemmel mizahı ile eşsiz bir filmdir. Bu film intikam, gözyaşı, dram, komedi, seks, polisiye ne ararsan onu barındırır.
(-ziverbey, 29.11.2007 01:52)
Şimdi bu filmde derinden derine verilen bir alt metin sezinlenir, özellikle Coenlerin kimi ayrıntıları çaktırmadan vurgulaması bağlamında, lakin çözmesi o kadar kolay değildir; en azından benim için kolay değil. Yine de filmdeki kimi ufak ayrıntıları aktarmak gerekir sözlüğe.
Evvela, filmimiz 98 civarı çekilmiş olmakla beraber, 90'ların başında geçer, tam da Saddam'ın Kuveyt'e girdiği zamanlarda`: look at the situation with the camel fucker in iraq`. Filmin başında dude televizyonda bu konuda verilen bir demeçte "This will not stand, this agression against kuwait" ("Kuveyt'e karşı bu agresyon devam etmeyecek!"). Filmin devamında pislenen halısı için büyük Lebowski'ye giden dude, kendisine epey sert davranan Lebowski'ye aynı karşılığı verir:"This agression will not stand, man!"
...Öte taraftan filmde cinsellik ve "erkeklik tanımı" ile ilgili bir sürü ufak gönderme ve ayrıntı var, yine benim nasıl birbirine yapıştıracağımı, tutturacağımı bilemediğim. Büyük Lebowski sorar:
"Sizce bir erkeği erkek yapanlar nelerdir, Mr. Lebowski? Doğru olanı ne pahasına olursa olsun yapmaya hazır olmak mı?". Dude, "Evet, ve tabii bir çift testis!"
.. Dude, büyük Lebowski'nin "gereken şeyi yapabilme yetisi" konusunda pek kifayetsiz açıkçası ilk etapta. Her şeyi eline yüzüne bulaştırıp duruyor. Evet, testisleri var, ama "Benim empatiye değil taşaklarıma ihtiyacım var" diye Walter'a isyan ettiğinde, Donny araya girip saftirik bir tonlamayla "Onlara neden ihtiyacın var, dude?" diye boşu boşuna sormuyor; bu söylediğine boşu boşuna gülmüyoruz; zira dude gerçekten de erkek olduğunu unutmuş, cinsellik bir yana, bir erkekten beklenen her türlü şeyden uzak yaşıyor dude.
Ne kazanma hırsı (bowling oyununda bile böyle bir hırs görmüyoruz dude'da, oynamış olmak için oynuyor o, Walter'ın aksine.. film boyu dude'u bowling topunu atarken, oynarken hiç görmeyişimizin sebebi bu "boşvermişlik" imajini kuvvetlendirmek sanırım) ne de bir kadın bulup, aile kurup düzenli yaşama geçme hevesi (Maude ile olan sahneyi anımsayalım)...
Bir diğer motif ise Maude Lebowski(Julianne Moore). Coenler tarafından biraz abartılmış (evinin duvarında asılı duran kocaman makas, "vajina?", vesaire, bok püsür), karikaturize şekilde aktarılmış agresif bir kadınlığa sahip bu karakter.
Bütün bunlar bir araya gelince neler çıkıyor, bunun altından kalkamayacak kadar yoruldum şimdilik film hakkında düşünmekten. Zaten uğraşsam bile bir yere varabileceğimden emin değilim, Coen'lerin kafa karıştırmayı pek eğlenceli buldukları bilinen birşey zaten. yine de aklıma takılanları yazdım, tam oldu...
(-caponsever, 28.08.2002 20:42 ~ 12.12.2002 14:51)
Başrollerinde Jeff Bridges('Dude',Lebowski), John Goodman(Walter) ve Steve Buscemi(Donny) nin oynadığı; bir Ethan ve Joel Coen Biraderler filmi. Filmin hikayesi gereği fonksiyonel bir olay örgüsüne sahip olmasına rağmen, tek seyirlik bir film değildir. Hatta ufak ayrıntılara yüklenmiş anlamlar ve her köşe başında karşımıza çıkan derin mizah unsuru sayesinde, her seyredişte bir öncekinden daha çok sevdiriyor kendini. Artık gözümüzde klasikleşmiş bu filmi elimizde white russian, üstümüzde rahat kıyafetler ve ağzımızda dude argosuyla kutsal bir tören havasında izleriz, belki 30. defa...
(-keyifadami, 02.06.2004 09:48)
Elemanların ellerinde hiç bir şey olmamasına rağmen bowling takımı ayağına birbirlerine rest çekmeleriyle kopartan film. Tek olayları bowlingdir ve dude bunu kullanır ikide bir kızınca ya da bi'şey yaptırmak isteyince "Bowling takımından ayrılıyorum. Maçlara çıkmicam, görürsünüz siz" diye tehdit eder elemanları.
Filmin kendini açıklayan olaylarından biri de dude sürekli birileriyle anlaşma yapar "Onbin dolara karını getiricem", "Yirmibin dolara adresi vericem" gibi absürd miktardaki paralara anlaşır ama eline hiç para geçmez, ve bunu umursamaz bile, yani anlaştıktan sonra unutur gider, beş parasız dolanır ortamda. Dude umursamaz gibidir ama bazı şeyleri kafasına not edip sonradan millete satmaya çalışır.
...Walter karekteri ise şu ana kadar gördüğüm en ciddi, kafayı yemiş, paranoyak şizofren tip ama eleman gülmekten öldürür. Tıpkı Şener Şen'in canlandırdığı ciddi ama komik tipler gibi. Her olayı da Vietnam'a bağlar. İnsanları tehdit edeceği zaman da "Vietnam'ı bilir misin evlat? Acı nedir bilir misin? Cehenneme hoşgeldin. Artık Vietnam'ı öğreneceksin. Sana öğreteceğim." gibi diğer filmlerde işlenmiş Vietnam sendromunu tiye alan dialoglar döktürür.
"Geri çekilin bunlar bir avuç nihilist, hadi gelin pis nihilistler" repliği kopartır. Yaptığı planlarsa cok salakça ve komiktir. Filmin en önemli özelliği anlatılan olaylar ve tipler çok absürd ve gerçekdışı olmasına rağmen, elemanlar oyle bir dünya kurmuşlar ki çok olağan ve saçma değilmiş gibi geliyor, inandırıcı yani, oha herifler çok saçmalamıç, böyle bir olay, karakterler olamaz diyeceğine, çok olağan ve olabilecek bir şeymiş gibi izliyon filmi.
(-the one, 01.12.2003 13:41 ~ 23.01.2004 05:50)
Filmin başlangıcında kovboy, dude'u anlatırken çok enteresan birşey görülür. Dude o güzel desenli çeki imzalarken üzerindeki tarihe dikkat edilmelidir. Dude o anda baba Bush'u televizyonda seyretmektedir, ve bush da saddam'ın yaptıklarının yanına kalmayacağını sert bir dille ifade etmektedir. çekin tarihi 11 EYLÜLdür.
(-frank n furter, 27.10.2003 02:44)